Bir kıtanın sessiz çöküşünü izliyoruz. Avrupa, tarihteki en büyük deneyimlerden birine öncülük etti: Modernleşme, rasyonalizm, bilimsel devrim, sanayi çağları… Ve ardından kurduğu düzenden doğan Amerika, bu mirası küreselleştirdi. Ama şimdi sanki kendi eseri tarafından yutuluyor.
Bu bir çöküş mü? Belki. Ama daha çok bir yüzleşme.
Avrupa, yüzyıllardır dünyaya hükmettiği kibirli bakışın ardından şimdi aynaya bakıyor. O aynada artık "medeniyetin taşıyıcısı" değil, iç çatışmalarla boğuşan bir bürokrasi, kültürel bir yorgunluk, yaşlanan bir nüfus ve dağılmakta olan bir sosyal yapı görüyor.
Bu sadece ekonomik değil, ruhsal bir buhran.
Bujinin patlamasından söz ediliyor. Oysa esas problem, motorun artık nereye gitmek istediğini bilmemesi. Avrupa, yönünü kaybetmiş durumda. Ne kendine anlatacak yeni bir hikâyesi var ne de dünyaya sunacağı bir umut.
Amerika ise hâlâ güç gösterisinde, ama onun da kurduğu sistem, içeriden çürümeye başladı. Kapitalizm, bireyciliğin aşırı formuyla insanı yalnızlaştırdı; teknoloji insanı özgürleştirmek yerine bağımlı hâle getirdi.
Bütün bunlar olurken, Batı’nın karşısında yeni bir medeniyet arayışı filizleniyor: Doğu’da, Türk-İslam coğrafyasında, Afrika’da, Asya’da… Henüz sistemli değil belki ama kalbi hâlâ sıcak, değerleri canlı, vicdanı hâlâ konuşuyor.
Avrupa çöküyor olabilir, ama bu belki de onun dönüşümüne açılan kapıdır. Eğer yeniden insanı merkeze koyarsa, belki toparlanabilir. Yoksa kurduğu düzenin enkazı altında kendi de kalacak.
Düzen çökerse, insanlık yeni bir yol bulur. Önemli olan o yolda kimlerin öncülük edeceğidir.